Lenf bezlerindeki şişlik halk arasında ilk olarak lenfomayı
akla getiriyor. Ancak boyunda veya vücudun herhangi bir yerinde lenf bezlerinde
yaşanan şişliğin büyük bir çoğunluğu kanser dışı nedenlerden meydana geliyor.
Yine de bu tür şişliklerde zaman kaybetmeden doktora başvurmak hayati önem
taşıyor.
Bu belirtileri
önemseyin
Lenfoma, lenf sisteminin hücrelerinde başlayan bir kanser
türüdür. Lenf sistemi, vücudun enfeksiyon ve hastalıklarla savaşmasına yardımcı
olan bağışıklık sisteminin bir parçasıdır. Lenfomanın en sık görülen belirtisi,
lenf bezindeki şişlik yani lenf bezinin büyümesidir. Fakat lenf dokusu tüm
vücutta bulunduğundan hemen hemen her yerde de başlayabilir. Bu nedenle
hastalığın belirtileri, tutulan bölgeye ve organa göre değişiklik gösterebilir:
•Dalakta büyüme
•Ateş, gece terlemeleri ve nefes darlığı
•Halsizlik, yorgunluk, iştah ve kilo kaybı
•Özellikle kemiklerde ağrı ve karın ağrısı
•Kalıcı öksürük, inatçı kaşıntılar ve cilt döküntüleri
•Alkol tüketiminden sonra lenf bezlerinde ağrı
•Sık sık enfeksiyon geçirmek lenfomada görülebilen belirtiler
arasındadır.
Şişlikten korkmayın ama ihmal de etmeyin
Boyunda 1 cm. kasık bölgesinde ise 2 cm. olan lenf bezleri
normal kabul edilebilir. Bu boyutların üzerinde bir büyümede lenfoma akılda
tutulması gereken bir hastalıktır. İster boyunda ister başka bir bölgede
yaşanan lenf bezi şişliklerinde, hastaların kötü huylu bir tümörü düşünerek
telaşlanması doğaldır. Ancak bu tür büyümelerin büyük bir çoğunluğu kanser dışı
nedenlere bağlıdır. Lenf bezinde lenfoma haricindeki şişlikler; enfeksiyon,
bağışıklık sisteminden kaynaklanan otoimmün hastalıklar, kullanılan bazı
ilaçlar, romatizmal hastalıklar ve lenf dokusunu oluşturan hücrelerin içinde
bazı moleküllerin birikiminden kaynaklanan depo hastalıklardan meydana
gelebilmektedir. Lenf bezlerinde şişlik olması durumunda zaman kaybetmeden
doktora başvurulması ve büyümenin nedeninin belirlenmesi gerekmektedir.
Lenf bezindeki şişlik
ağrımıyorsa
Lenf bezindeki şişliklerin ağrıyla birlikte yaşanması
hastaları daha fazla endişelendirmektedir. Ancak lenf bezi şişliklerinde ağrı
genellikle enfeksiyon kaynaklıdır. Lenfomadaki şişliklerin büyük bir çoğunluğu
ise ağrısızdır. 40 yaş ve üzerinde ortaya çıkan, ağrısız ilerleyen,haftalar
veya aylardır geçmeyen, sert, birbirine yapışık, birden çok ve lastik kıvamında
olan şişlikler lenfoma şüphesini artırmaktadır.
Tedavi hastaya göre
planlanıyor
Lenfoma tedavisinde belirli standartlar olmakla birlikte,
tedavinin planlanmasında hastalığın yaygınlığı, alt tipi, tümörün bazı
biyolojik özellikleri ve kişinin genel sağlığı da dahil olmak üzere dikkate
alınması gereken birçok faktör mevcuttur. Bu nedenle her hastaya göre tedaviyi
bireyselleştirmek gerekebilir. Lenfoma tedavisinde; kemoterapi, akıllı
moleküller denilen hedefe yönelik tedaviler, kök hücre nakli ve radyoterapi
tedavileri uygulanabilmektedir.
Tüm dünyanın covid-19 ile mücadele ettiği bu dönemde Hematoloji – Onkoloji alanında onay alan ilaçları sizler için derledik. Temmuz ve Ağustos ayının en önemli gelişmeleri miyelom, lenfoma ve MDS tedavisinde gerçekleşti.
FDA, nüks veya refrakter multipl miyelomu
olan ve daha öncesinde 1-3 sıra tedavi alan yetişkin hastalar için deksametazon
ile kombinasyon halinde carfilzomib (KYPROLIS, Onyx Pharmaceuticals, Inc.) ve
daratumumab’ı (DARZALEX, Janssen Biotech, Inc.) onayladı (20 Ağustos 2020)
FDA, bir anti-CD38 monoklonal antikoru, bir
proteazom inhibitörü ve bir immünomodülatör ajan dahil olmak üzere daha önce en
az 4 tedavi almış, relaps veya refrakter multipl miyelomlu yetişkin hastalar
için belantamab mafodotin-blmf’yi (Blenrep, GlaxoSmithKline) onayladı (5
Ağustos 2020).
FDA, gerek düşük dereceli lenfomadan
kaynaklanan gerekse otolog kök hücre nakli için uygun olmayan başka türlü
tanımlanmamış nükseden veya refrakter diffüz büyük B hücreli lenfoma (DLBCL)
olan yetişkin hastalar için CD19’a yönelik bir sitolitik antikor olan
tafasitamab-cxix’e (MONJUVI, MorphoSys US Inc.) hızlandırılmış onay Verdi (31
Temmuz 2020).
FDA, BRAF V600 mutasyon pozitif olan, rezekte
edilemeyen (çıkarılamayan) veya metastatik melanomu olan hastalar için
kobimetinib ve vemurafenib ile kombinasyon halinde atezolizumab (Tecentriq,
Genentech, Inc.) tedavisini onayladı (30 Temmuz 2020).
Food and Drug Administration granted
accelerated approval to brexucabtagene autoleucel (TECARTUS, Kite, a Gilead
Company), a CD19-directed genetically modified autologous T cell immunotherapy,
for the treatment of adult patients with relapsed or refractory mantle cell
lymphoma (MCL). More Information. July
24, 2020
FDA nükseden veya refrakter mantle hücre
lenfoması (MHL) olan yetişkin hastaların tedavisi için CD19’a yönelik genetik
olarak modifiye edilmiş bir otolog T hücresi immünoterapisi olan brexucabtagene
otoleucele (TECARTUS, Kite, bir Gilead Company) hızlandırılmış onay Verdi (24
Temmuz 2020)
Food and Drug Administration approved an oral
combination of decitabine and cedazuridine (INQOVI, Astex Pharmaceuticals,
Inc.) for adult patients with myelodysplastic syndromes (MDS) including the
following: More Information. July 7, 2020
FDA, miyelodisplastik sendromlu (MDS)
yetişkin hastalar için oral desitabin ve sedazuridin kombinasyonunu (INQOVI,
Astex Pharmaceuticals, Inc.) onayladı (7 Temmuz 2020).
11 Temmuz’da online olarak “Leukemia&Lymphoma” dergisinde yayınlanan araştırmaya göre, lenfoma mağdurlarının uzun dönemde kronik böbrek yetmezliği (KBY) gelişimi için önemli ölçüde risk altında olduğu bildirildi.
Çalışmada, Washington DC’deki Medstar Washington
Hastane Merkezi’nden ve Sanjal H. Desai ve meslektaşları, lenfoma mağdurlarında
uzun süreli KBY paternlerini tanımlamak için tanı sırasında ve tanı sonrası 1.,
2., 5. ve 10. yıllardaki glomerüler filtrasyon hızlarını (GFR) kaydettiler.
Araştırmacılar 397 hastadan (ortanca yaş, 55,3 yıl;
%54 erkek; % 60 Afrikalı-Amerikalı), %42’sinde hipertansiyon, %15’inde
diyabetes mellitus, % 3’ünde hiperürisemi, % 86’sında kemoterapi alımı ve %14’ünde
tanı sırasında KBY olduğu saptandı. Hastaların yaklaşık 1/3’ünde (% 31) lenfoma
tanısı konulduktan sonraki 10 yıl içinde KBY gelişti. Zamanla KBY gelişme
olasılığında önemli bir artış kaydedildi. Bu oran 1. yılda %23, 10. yılda %41’e
yükseldi. Araştırmacılar, GFR’de yılda 4,6 mL/dak düşüş gözlediler. KBY
gelişiminde yaş, hipertansiyon, hiperürisemi ve diyabet hastalığının (genç
hastalarda) belirleyici olduğu saptandı.
Araştırmacıların
sunduğu bu bulgular, uzun süreli lenfoma mağdurlarında böbrek fonksiyonunun
izlenmesi gereğini gösterdiği gibi, gelecekte lenfoma yı yenen hastalarda KBY’yi
önleme stratejilerini tanımlamak için planlanacak olan ileriye dönük prospektif
çalışmaların temelini de atmaktadır.
Kaynak:
Desai SH et al. Lymphoma survivors have an increased
long-term risk of chronic kidney disease. Leuk Lymphoma 2020:1-8.
American Journal of Hematology dergisinde yeni yayınlanan büyük bir retrospektif çalışmada Demir eksikliği anemisi (DEA) olan hastaların yaklaşık üçte birinde reaktif trombositoz gözlendiği ve bu hastalarda trombosit yüksekliği olmayan DEA hastalarına göre pıhtı (tromboz) riskinde 2 kat artış olduğu bildirildi.
Bu konudaki veri yetersizliği nedeni
ile, Boston’daki Harvard Tıp Okulu, Massachusetts Genel Hastanesi, hematoloji
bölümünden Andrew B. Song ve arkadaşları 6 milyondan fazla hasta için kapsamlı
elektronik sağlık kaydı verileri içeren Partners Research Hasta Verileri veri
kaydını kullanarak DEA’deki trombositoz oranını tanımlamaya çalıştı. 1979-2019 yılları arasında trombositozu olan
ve olmayan DEA hastalarını ve sayısını belirlediler. Genel olarak, 36.327 DEA
vakası tespit edildi ve bunların 15.022’sinde trombositoz vardı.
Kalite kontrol ve ayrıntılı manuel
grafik incelemesi sonrasında DEA hastalarında trombositoz oranının % 32.6
olduğu tahmin edildi. DEA hastalarında tromboz oranı %7.8 iken, DEA ve
trombositoz hastalarında bu oran %15.8 saptandı.
Araştırmacılar ayrıca hematolojik
parametreler ile trombositoz arasındaki ilişkiyi de değerlendirdiler.
Hemoglobin, trombosit sayısı (r = -0.1734; P = .0484) ve trombositoz süresi (r
= -0.3785; P <.0001) negatif korelasyon gösterdi.
Çok değişkenli regresyon modelinde,
trombositozun en yüksek olduğu dönemde azalan hemoglobin ve artan trombosit
sayısı arasında anlamlı bir ilişki saptanmıştır (P <.0001).
Çalışmanın kısıtlılıkları, retrospektif ve
gözlemsel doğasının yanı sıra potansiyel örnekleme yanlılığını da içermektedir.
Laboratuar tabanlı bir demir eksikliği tanımı belirlenmediğinden, yazarlar bu
çalışmada bir ferritin kesimi kullanmışlardır.
Araştırmacılar, çalışmalarında tromboz oranının
yüksek olduğunu belirttiler. Bunu tromboembolik bir olay yaşama olasılığı daha
yüksek olan hem ayakta hem de yatan hastalardan gelen verilerin dahil
edilmesine bağladılar. Ayrıca, trombositozun diğer nedenlerini dışlamak için
hasta dahil etme ve hariç tutma kriterlerini çık sıkı tuttuklarını belirttiler.
Bilindiği kadarıyla, bu çalışma DEA’de
reaktif trombositoz ile ilişkili trombotik riski doğrudan değerlendiren ilk
çalışmadır. Bulgular, bu klinik durumun küresel bazdaki yaygınlığı göz önüne
alındığında erken tanımlanmasının ve dolayısı ile erken tedavisinin ne kadar
önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Kaynak
Song
AB, Kuter DJ, Al‐Samkari H. Characterization of the rate, predictors, and
thrombotic complications of thrombocytosis in iron deficiency anemia [published
online July 3, 2020]. Am J Hematol. doi: 10.1002/ajh.25925
İsveç’te yapılan yeni bir çalışma, miyeloproliferatif neoplazmların (MPN’ler) artmış enfeksiyon riski ile ilişkili olabileceğini gösterdi. Çalışma “Leukemia” dergisinde yayınlandı.
Hematolojik kanserler genellikle enfeksiyon
riski ile ilişkili olsa da, araştırmacılara göre MPN’lerle enfeksiyon riski arasındaki
ilişkiye ait net bir veri bulunmamaktadır.
Mevcut çalışma MPN’li 8363 hastada 32.405
popülasyon tabanlı kontrol grubuna (n = 32.405) kıyasla enfeksiyon oranlarını
değerlendiren eşleştirilmiş bir kohort çalışmasıdır. MPN’li hastalar İsveç
Kanser Kayıtlarından tespit edildi ve her hasta karşılaştırma için Toplam Nüfus
Kayıtları’ndan 4 kontrol ile eşleştirildi. Hastaneye yatışa neden olan enfeksiyonlar
çalışmanın birincil sonlanım noktasını oluşturdu.
Herhangi bir enfeksiyona sahip olma için
tehlike oranı (Hazard ratio=HR) MPN ile birlikte olmayandan 2.0 kat daha
yüksekti (% 95 GA, 1.9-2.0). Enfeksiyon tipine göre MPN’leri olan HR oranı
bakteriyel enfeksiyonlar için 1.9 (% 95 CI, 1.8-2.0), viral enfeksiyonlar için
2.1 (% 95 CI, 1.9-2.3) ve mantar enfeksiyonları için 2.9 (% 95 CI, 2.5-3.5)
idi. Sepsis için, MPN’leri olan grupta HR oranı 2.6 (% 95 Cl, 2.4-2.9)
saptandı.
MPN’nin alt tipi de enfeksiyon riski
seviyesiyle ilişkili bulundu. Her biralt tip için enfeksiyon riski artmış olsa
da, primer miyelofibrozis ile bu risk en yüksek düzeyde (HR, 3.7;% 95 CI,
3.2-4.1) saptandı. Polisitemi vera ve esansiyel trombositeminin HR oranları 1.7
idi.
2006 ve 2013 yılları arasında tanı konan MPN
hastaları için yapılan tedavilerin analizinde, çalışma araştırmacıları
enfeksiyon riski ile MPN’nin tedavi edilmemesi veya hidroksiüre, interferon-α
veya anagrelid ile tedavi edilip edilmemesi arasında anlamlı bir ilişki
bulamadılar.
Araştırmacılar, sonuç olarak, “MPN’li
hastaların, özellikle primer miyelofibrozlu hastaların, genel populasyona
kıyasla ciddi enfeksiyon riskinin önemli derecede yüksek olduğuna dair klinik
olarak önemli bulgular sunduklarını” bildirdiler
Kaynak
Landtblom
AR, Andersson TML, Dickman PW, et al. Risk of infections in patients with
myeloproliferative neoplasms — a population-based cohort study of 8363 patients
JAMA Onkoloji dergisinde yeni yayınlanan bir makaleye göre, hareketsiz kalmanın kansere bağlı ölüm riskinin artmasıyla bağlantılı olduğu bildirildi. Çalışmanın En önemli bulgulardan birisi ise hareketsiz yaşam tarzına sahip hastalarda 30 dakikalık hafif ve orta yoğunluklu fiziksel aktivitenin kanser ilişkili ölüm riskini sırasıyla %8 ve %31 oranında azalttığı gösterildi.
Önceki araştırmalar, hareketsiz bir yaşam tarzına sahip
hastalarda, kansere bağlı ölümler de dahil olmak üzere tüm nedenlere bağlı ölüm
riski artışı ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Bununla birlikte, hastaların
kendi günlük aktivitelerini raporladıkları ve daha objektif ölçümler kullanan
prospektif çalışmalara ait veri bulunmamaktadır.
Bu çalışmada araştırmacılar, ABD’de orta yaşlı ve yaşlı
yetişkinler arasında kansere bağlı ölüm riski ile birlikte, ivmeölçerle (akselometre)
belirlenen hareketsiz geçirilen süre ile hareketsiz zamanın uzunluğu arasındaki
bağlantıyı değerlendirdi. Dahil edilen tüm bireyler İnme Konusunda Coğrafi ve
Irksal Farklılıkların Nedenleri olarak çevirebileceğimiz REGARDS çalışmasına
dahil edilmiştir.
Bu çalışmaya alınan 8002 kişiden 3668’i (% 45.8) erkek, ortalama
yaş 69.8 yıl ve 268’i (% 3.3) ortalama 5.3 yıllık takip döneminde kanserden
öldü. Yaşlılık, erkek cinsiyet, sigara içme durumu ve siyah ırk olmanın her
biri bağımsız olarak artmış ölüm riski ile ilişkiliydi, ancak eğitim düzeyi,
ikamet bölgesi ve alkol tüketimi arasında herhangi bir ilişki bulunamadı.
Hareketsiz zaman üç kısıma ayrıldı. Birinci kısım
hareketsizliğin en az olduğu, 3. Kısım ise hareketsizliğin en fazla olduğu
kısım olarak belirlendi. İvmeölçer ile 2. (2668 kişi) ve 3. Kısıma (2667 kişi) giren
hastalarda yaş, ırk, cinsiyet, ikamet
bölgesi, eğitim düzeyi ve mevsime göre yapılan çok değişkenli (multivariate) analiz
ile kanserle ilişkili mortalite riski daha yüksek saptandı.
Birincisi ile aynı değişkenler için ayarlanan ve ek olarak
sigara içme durumu, alkol kullanım durumu, vücut kitle indeksi, diyabet durumu,
hipertansiyon durumu, dislipidemi durumu, koroner kalp hastalığı öyküsü, inme
öyküsü ve derecesini de içeren ikinci modelde istatistiksel olarak anlam
saptanmadı.
En önemli bulgulardan birisi ise hareketsiz yaşam tarzına
sahip hastalarda 30 dakikalık hafif ve orta yoğunluklu fiziksel aktivitenin
kanser ilişkili ölüm riskini sırasıyla %8 ve %31 oranında azalttığı
gösterilmiştir.
Kaynak
Gilchrist
SC, Howard VJ, Akinyemiju T, et al. Association of sedentary behavior with
cancer mortality in middle-aged and older US adults [published online June 18,
2020]. JAMA Oncol. doi: 10.1001/jamaoncol.2020.2045
Kanser dergisinde yayınlanan araştırmaya göre, D vitaminin immune checkpoint (bağışıklık kontrol noktası) inhibitörü (ICI) ile ilişkili kolit riskini azaltabileceği bildirildi.
Sitotoksik T-lenfosit ile ilişkili antijen-4 (CTLA-4) ve
programlanmış hücre ölümü-1 (PD-1) / PD-ligant 1’i hedefleyenler dahil olmak
üzere ICI’ler, bir dizi kanserde sağkalımı iyileştirmektedir. Bununla birlikte,
bağışıklık ile ilişkili advers olaylar (irAE) bu tedavilerde yaygın olarak
izlenmektedir. İmmün sistem ilişkili kolit genellikle bu olayların en şiddetli
olanıdır.
İmmün sistem ilişkili kolit, Crohn hastalığı ve ülseratif
kolit ile bazı fenotipik özellikleri paylaştığından, araştırmacılar daha önce D
vitamini eksikliği de dahil olmak üzere çeşitli çevresel faktörlerin tüm kolit
türleri için ortak olduğunu araştırmış ve tespit etmişlerdir. Bu retrospektif
kohort çalışmasında, Shilpa Grover ve ark., Massachusetts Hastanesinde
ICI’lerle tedavi edilen hastalar arasında hangi bireysel ve çevresel
özelliklerin bağışıklık ile ilişkili koliti öngördüğünü değerlendirdi.
2011 ve 2017 yılları arasında CTLA-4, PD-1 veya ICI
kombinasyonu alan melanomlu 246 hastanın 213’ü keşif kohortuna dahil edildi ve
toplam 267 bireysel ICI tedavi rejimi değerlendirildi. 164 hasta tek bir
rejimle tedavi edildi, 44 hasta 2 rejim ile tedavi edildi ve 5 hastada 2 PD-1
ihibitor ve 1 CTLA-4 inhibitörü de dahil olmak üzere 3 rejim vardı. Araştırmacılar,
sonuçları 169 hastadan oluşan doğrulama kohortu ile karşılaştırdı.
Araştırma grubunda 38’i immün-ilişkili kolit vakası
vardı. Bunların 15’i (%39.5) ipilumumab ve nivolumab ile tedavi edildi, 17’si (%44.7)
sadece ipilimumab ile tedavi edildi. Biri (%2.6) sadece nivolumab ve 5 (%13.2) hasta
tek başına pembrolizumab ile tedavi edildi.
ICI başlangıcından önce hastaların sadece %31’inde (66) D
vitamini kullanımı kaydedilmiş olsa da, regresyon analizinde D vitamini
takviyesinin ICI ile ilişkili kolit riskini azalttığını göstermiştir (olasılık
oranı [OR], 0.35; P = .01). Araştırıcılar, doğrulayıcı kohort kullanılarak bu
bulguları ICI ile ilişkili 49 kolitli hastanın validasyon kohortunda
doğrulamıştır (OR, 0.46; P = .03).
Çok değişkenli (multivariate) analizde, ICI sınıfı, nötrofil
/ lenfosit oranı (NLR) ≥5 ve D vitamini kullanımının bağışıklık ile ilişkili
kolitin 3 öngörücüsü olduğunu göstermiştir. D ile ön tedavinin, NLR ≥5 olan
hastalarda kolit olasılığını azalttığı saptandı (OR, 0.34).
Araştırıcılar, makalenin sonuç cümlesinde “Bu
retrospektif çalışmadan elde edilen sonuçlar, daha büyük kohortlarda prospektif
olarak doğrulanmalıdır, bu da ICI kullanımının neden olduğu kolitin
ilerlemesini ve önlenmesini sağlayan faktörlerin daha iyi anlaşılmasına yol
açabilir” şeklinde yorumlarını da ekledi.
Kaynak
Grover
S, Dougan M, Tyan K, et al. Vitamin D intake is associated with decreased risk
of immune checkpoint inhibitor‐induced
colitis [published online June 22, 2020]. Cancer. doi: 10.1002/cncr.32966
Trombosit (pıhtılaşma hücreleri) veya kan pulcukları kan pıhtısı oluşumunda görev alan hücrelere verilen isimdir. Bu yazımızda trombositler, trombosit düşüklüğü, trombosit yüksekliği ile ilgili tüm sorulara yanıt vermeye çalıştık.
Trombosit
nedir? Trombosit ne demek?
Trombosit (pıhtılaşma hücreleri) veya kan pulcukları kan
pıhtısı oluşumunda görev alan hücrelere verilen isimdir. Düşük trombosit
sayıları veya fonksiyon bozuklukları kanamaya yatkınlığı artırırken, yüksek
trombosit sayıları tromboz (damarda kanın pıhtılaşması) riskini yükseltir.
Trombosit
normal değeri ne kadar olmalıdır? Trombositopeni nedir? Trombositoz nedir?
Normal değeri bir mm3 kanda 150 bin – 450 bin
arasındadır. Kandaki “trombosit” sayısının 150 bin/mm3’den az olması
durumuna “trombositopeni”, kandaki trombosit sayısının 450 bin/mm3’den
fazla olması durumuna “trombositoz” denir.
Trombosit
düşüklüğü (eksikliği) neden olur? Trombosit neden düşer?
“Trombositopeninin tek nedeni lösemi değildir.”
Başlıca 3 ana nedeni vardır;
1.Yeterli
miktarda üretilememe durumu: Kemik iliğinin direkt
olarak kendi yapım bozukluğu olabileceği gibi kemik iliğinin yapımını bozan dış
etkenler de bu duruma neden olabilir. Trombositlerin ana hücrelerinin
üretiminin bozulması, infeksiyonlar, kemik iliği yetmezlikleri, doğuştan
trombosit düşüklükleri ve lösemiler bu grupta sayılabilir.
2.Trombositlerin
parçalanması durumu: Kemik iliğinde üretim olsun ya da olmasın,
kemik iliğinde üretilip kana çıkan trombositlerin iç ve dış etkenlerle
parçalanması durumudur. Bağışıklık sistemi
bozuklukları, ilaçlar, infeksiyonlar (infeksiyonlar kemik iliğinin üretimini
bozabildiği gibi, aynı zamanda kana çıkan trombositleri de parçalayabilirler),
romatizmal hastalıklar, bazı yavaş seyirli lösemiler, diğer kan hücrelerinin de
(alyuvarlar) parçalanmasına neden olan bazı kan hastalıkları ilk akla gelen
nedenlerdir.
3.Trombositlerin
vücuttaki dağılımında bozulma: İleri derecede dalak
büyüklüğü, vücut sıcaklığının yapay olarak değiştirilmesiyle birlikte uygulanan
genel anestezi durumu bu hücrelerin vücudun belirli bölümlerde göllenmesine
neden olarak sayısını düşürebilir.
Trombosit
yüksekliği (fazlalığı) neden olur? Trombosit neden yükselir?
Trombositoz, kandaki trombosit sayısının yüksek
olmasıdır. Trombositler plazmada bulunan pıhtılaşma hücreleri olup, kanama
sırasında pıhtı oluşturmak üzere birbirine yapışarak kanamayı durdururlar.
Trombosit yüksekliği inme, kalp krizine neden olabilir veya herhangi bir organa
giden damarda pıhtı oluşturabilir.
Trombositoz ikiye ayrılır:
1. Primer
(Birincil)
2. Sekonder
(İkincil)
1.
Primer (Birincil) trombositoz: Esansiyel trombositemi
olarak da adlandırılır. Kemik iliğindeki aşırı üretim sonucu trombositlerin
sayıca artmasıdır. Nedeni
bilinmemektedir. Kan veya kemik iliğinde bazı gen mutasyonlarının bu duruma
neden olabileceği gösterilmiştir. Fakat bu mutasyonlar kalıtsal yani aileden
geçişli değildir, yaşamın bir döneminde sonradan kazanılan mutasyonlardır.
2.
Sekonder (İkincil) trombositoz: Altta yatan başka bir neden
vardır. Bu neden düzelmedikçe trombositoz düzelmez. Başlıca sayılabilecek
nedenler:
Demir
eksikliğine bağlı kansızlık
Kanser
İnfeksiyon
veya infeksiyon dışı iltihap durumu
Cerrahi,
özellikle splenektomi (dalağın çıkarılması)
Eğer trombositoz altta yatan bir nedene bağlı ise yani
sekonder trombositoz ise, o neden düzelince trombosit sayısı normale döner.
Örneğin bir infeksiyona bağlı trombosit sayısı yüksek bulunmuşsa, infeksiyon
uygun antibiyotik ya da antimikrobiyaller ile tedavi edildiğinde trombosit
sayısı da genelde normale döner. Ameliyat olduktan sonra bir yükselme olmuşsa,
ameliyattan sonra beli bir zaman dilimi içinde normale gelir. Trombosit sayısı
genelde kısa bir süreliğine yükseldiği için, sekonder trombositoz anormal kan
pıhtılaşmasına neden olmaz.
Primer trombositoz veya esansiyel trombositemi durumunda
ise pıhtılaşma komplikasyonları ve ciddi kanama görülebilir. Bu durum
genellikle trombosit sayısının ilaçlarla iyi kontrol edilmesiyle önlenebilir.
Ancak, yıllar sonra kemik iliği fibrozisi (skarlaşma) gelişebilir. Hastaların
küçük bir yüzdesinde lösemiye dönüşüm görülebilir.
Trombosit
düşüklüğü belirtileri nelerdir?
Hafif düşüklükte herhangi bir yakınma ve bulgu
görülmeyebilir. Özellikle 50 bin/mm3 altında kol, bacaklar ve
gövdede ağrısız bereler, burun ve dişeti kanamaları olabilir. Lösemili
hastalarda trombositopeni ile birlikte genellikle alyuvar ve akyuvar
sayılarında da bozulma görülür. Genelde kanamanın ön planda olduğu bir tablo
yapsa da, bazı durumlarda tam tersine tromboz (kanın pıhtılaşma durumu) da
saptanabilir.
Trombosit
yüksekliği belirtileri nelerdir?
Çoğu hastada herhangi bir belirti bulunmaz. En sık
görülen belirti ve bulgular; burun, ağız ve diş etleri veya mide ve bağırsak
sistemi gibi çeşitli bölgelerden kanamadır. Anormal kan pıhtılaşması da, inme,
kalp krizi ve karın kan damarlarındaki sıra dışı pıhtılara yol açabilir.
Esansiyel trombositoz olan bazı hastalarda, el ve ayaklarda kızarıklık, ağrı,
şişlik, hissizlik ve karıncalanma oluşabilir. Bu duruma “eritromelalji” adı
verilir.
Trombosit
düşüklüğünün tedavisi nedir?
Trombosit düşüklüğü bir hastalık değil, altta yatan bir
hastalığın laboratuvar bulgusudur. Bu nedenle tedavisi hangi hastalığın
trombosit düşüklüğüne yol açtığına göre değişir. Eğer bir infeksiyona bağlı ise
uygun antibiyotik kullanımı ile, kemik iliğinin yetersiz üretimine bağlı ise
kemik iliğinde trombosit yapımını uyaran ilaçlar ve kök hücre nakli ile,
lösemiye bağlı ise hangi lösemi olduğuna göre uygun kemoterapi ve akıllı
ilaçlar ile, romatizmal bir nedene bağlı ise uygun anti-romatizmal ilaç
kullanımı ile, parçalanmaya bağlı ise kortizon başta olmak üzere parçalanmayı
önleyecek ilaçların kullanılması ile tedavi edilebilir.
Burada ana başlıklar halinde verilen tedavi şekillerini
altta yatan hastalık kesinleştikten sonra size bakan doktor ve sağlık
ekibinizle detaylı olarak konuşmanız daha uygun olur.
Trombosit
yüksekliğinin tedavisi nedir?
Aynı trombositopeni yani trombosit düşüklüğü gibi
trombositoz yani trombosit sayısının yüksekliği de altta yatan bir hastalığın
laboratuvar bulgusudur. Bu nedenle tedavisi hangi hastalığın trombosit
yüksekliğine yol açtığına göre değişir. İkincil nedenler açısından bakıldığında
trombosit yüksekliği eğer demir eksikliğine bağlı ise uygun demir tedavisi,
kansere bağlı ise kanserin tedavisi, herhangi bir infeksiyona bağlı ise uygun
antibiyotik kullanımı ile tedavi edilebilir. Cerrahi sonrası gelişen trombosit
yüksekliği durumu genelde zamanla normale döner. Normale dönme zamanı geciken
hastalarda pıhtılaşmayı önlemek için aspirin kullanmak gerekebilir.
Esansiyel trombositoz tedavisi hastalığın risk grubuna
göre değişir. Yaşı 60’ın altında ve daha öncesinden herhangi bir pıhtı durumu
yaşamamış hastalar düşük risk kabul edilerek sadece aspirin verilebilirken,
yaşı 60 ve üzerinde olan ya da daha öncesine ait bir pıhtı geçirmiş olanlarda
trombositlerin düşürmek için ek tedaviler verilebilir. Genelde ilk seçenek
hidroksiüre adı verilen kemoterapi olarak da kullanılan bir ilaçtır. Bunun
dışında hastanın durumuna göre interferon, anagrelid ve JAK2 inhibitörü adı
verilen tedavilerde kullanılabilir. Yine, ağır hayatı tehdit
eden trombositoz vakalarında, trombosit sayısını daha güvenli seviyelere
indirmek için trombositaferez denen bir işlem uygulanır. Bu işlem için diyaliz
cihazına benzer bir cihaz kullanılır. Hastanın kanı bir koldan alınarak,
içindeki trombositler ayrılır ve eş zamanlı olarak kanın geri kalan kısmı diğer
koldan hastaya geri verilir. Bu şekilde trombositlerin uzaklaştırılması ile trombosit
sayısı düşürülmüş olur.
Burada ana başlıklar halinde verilen tedavi şekillerini
altta yatan hastalık kesinleştikten sonra size bakan doktor ve sağlık
ekibinizle detaylı olarak konuşmanız daha uygun olur.
Yemek olarak tükettiğimiz yiyeceklerle trombosit
düşüklüğü oluşması arasında herhangi bir ilişki olup olmadığını kanıtlayan net
bir bilimsel veri bulunmamaktadır. Sadece bağışıklık sisteminin anormal
çalışarak trombositlerin parçalanmasına neden olduğu “İmmün trombositopeni”
hastalığında beslenme alışkanlığının trombosit düşüklüğü yapabileceğine dair
bazı bulgular saptanmıştır. Bu nedenle mümkün olduğu kadar işlenmiş gıdalardan
ve fast-food türündeki yiyeceklerden kaçınmak gerekir. Alkol kemik iliğini
baskılayarak trombosit yapımını azalttığı için abartılı alkol tüketiminden
kaçınılmalıdır. Kahve tüketimi ve trombosit düşüklüğü ile ilgili çelişkili
çalışmalar olsa da genel olarak kahvenin hem trombosit sayısını hem de
fonksiyonlarını azaltıcı etkisi nedeni ile çok tüketimden kaçınılmalıdır.
Günümüzde, kanıtlanmış bilimsel veriler ışığında
trombosit düşüklüğüne iyi gelecek bir besin bulunmamaktadır.
Günümüzde, kanıtlanmış bilimsel veriler ışığında
trombosit yüksekliğine iyi gelecek bir besin bulunmamaktadır.
Pekmez
tüketimi trombosit değerlerini etkiler mi?
Günümüzde, pekmez tüketiminin trombosit değerlerini
etkilediğine dair bilimsel bir veri bulunmamaktadır.
Yeşil
Çay tüketimi trombosit değerlerini etkiler mi?
Yeşil çay tüketimi ile trombosit değerlerinin azalması
arasındaki ilişki porsukağacı yaprağı olarak bilinen Çin çayı ile ilgili olarak
gösterilmiştir. Bununla birlikte yeşil çay genellikle trombosit sayısını
düşürmez fakat trombosit aktivitesini ve fonksiyonlarını bozarak kanamaya meyil
oluşturabilir. Bu durum genelde doz ilişkilidir. Yani tüketim bırakılınca
normale döner.
Antep fıstığı tüketiminin hayvan deneylerinde karaciğer
ve böbrek fonksiyonları üzerine olumlu etkilerinin olduğu bildirilmekle
birlikte trombosit sayısı üzerine bilinen bir etkisi yoktur.
Böğürtlen tüketiminin trombosit sayısı üzerine net bir
etkisi yoktur. Hayvan deneylerinde trombosit aktivitesini ve fonksiyonlarını
azalttığı bu nedenle kan sulandırıcı etkisi olduğu bilinmektedir.
Trombosit
yüksekliği kanser belirtisi midir?
Akut lösemi olarak bildiğimiz hızlı başlangıçlı kan ve
kemik iliği kanserlerinde trombosit yüksekliği değil tam tersine trombosit
düşüklüğü görülür. Kronik lösemi olarak bildiğimiz yavaş seyirli lösemilerde
(kronik myeloid lösemi) ve myeloproliferatif
hastalık şeklinde adlandırılan lösemi dışı kontrolsüz kemik iliği üretimi ile
giden bazı hastalıklarda trombosit yüksekliği olabilir. Organ kanserlerinde
(akciğer, karaciğer, mide vb) de trombosit yüksekliği olabilir.
Trombosit
düşüklüğü kanser belirtisi midir?
Kemik iliğine de yayılmış her türlü kanser veya direk
olarak kemik iliğini tutan ilik ya da kan kanserleri trombosit düşüklüğüne
neden olabilir. Kansere bağlı trombosit düşüklüğü kanserin kemik iliğine
yayılımına bağlı ise birlikte kan değerini gösteren hemoglobin düzeyi ve
lökosit denilen beyaz kan hücrelerin sayısı da düşük çıkar. Nadir olarak
kanserin kendisi anormal bağışıklığı tetikleyip trombositlerin parçalayarak da
tek başına trombosit düşüklüğüne neden olabilir.
Trombosit
ne kadar sürede yükselir?
Herhangi bir hastalığa bağlı gelişen trombosit
yüksekliğinde süre altta yatan hastalığa göre değişir.
Trombosit
ne kadar sürede düşer?
Herhangi bir hastalığa bağlı gelişen trombosit düşüklüğünde
süre altta yatan hastalığa göre değişir.
Hamilelikte
trombosit yüksekliği veya düşüklüğü olur mu?
Hamilelikte en sık “gebelik ilişkili trombositopeni”
olarak tanımlanan trombosit düşüklüğü görülebilir. Genelde hamileliğin 3-6.
Ayında ortaya çıkar ve herhangi bir tedavi gerektirmeden hafif düzeylerde
seyreder. Doğum için trombosit değerinin >50 bin/mm3, sezeryan
için >50 bin/mm3 olması yeterlidir. Doğum öncesi bu değerlerin altında olan
hastalarda tedavi gerekebilir. Gebelik ilişkili trombosit düşüklüğü Kadın Doğum
ve Hematoloji doktorları tarafından birlikte değerlendirilmelidir.
Dalak
ameliyatı sonrası trombosit değerleri değişir mi?
Dalak ameliyatı sonrası trombosit değerleri artabilir. Bu
süre bazen birkaç hafta bazen aylarca olabilir.
Hemoroit
trombosit değerlerini etkiler mi?
Hemoroitin trombosit değerlerini etkilediğine yönelik
bilimsel bir veri bulunmamaktadır.
İlik
nakli trombosit değerlerini etkiler mi?
İlik nakli öncesi hastaya kök hücreler verilmeden önce
“hazırlık rejimi” adı verilen kemoterapi verilir. Bu rejim trombosit
düzeylerini geçici olarak düşürür.
Sezaryen
trombosit değerlerini etliler mi?
Sezeryanın trombosit değerlerini etkilediğine dair net
bir veri bulunmamaktadır
Trombosit
süspansiyonu nedir?
Trombosit süspansiyonu trombositopenili veya trombosit
disfonksiyonu olan hastalarda hem kanamayı önlemek hem de aktif kanamanın sonlandırılması
amacıyla verilen kan komponentidir. Aferez ve random trombosit süspansiyonu
olmak üzere 2 çeşidi vardır. Random trombosit süspansiyonu hastadan alınan
kanın santrifüj yöntemiyle bileşenlerine ayrılarak hazırlanması ile oluşur.
Aferez trombosit süspansiyonu ise aferez cihazı adı verilen diyaliz cihazına
benzeyen cihazlar yardımı ile toplanır.
Trombosit
agregasyonu nedir?
Trombositlerin kanamayı durdurmak ve pıhtılaşmayı
sağlamak için birbirleri üzerine kümelenmesi durumudur.
Trombosit
kan vermek zararlı mı?
Trombosit vermenin bilinen ciddi bir zararı
bulunmamaktadır. Trombosit aferezi sırasında nadir olarak tansiyon düşüklüğü,
dudaklarda karıncalanma, baş dönmesi olabilir.
Trombosit
verdikten sonra ne yemeli?
Gerek kan gerekse trombosit bağışı öncesi ve sonrası
meyve suyu dahil bol sıvı tüketmek ve alkol almamak önerilir.
Trombosit
vermenin riskleri?
Trombosit vermenin bilinen ciddi bir zararı
bulunmamaktadır. Trombosit aferezi sırasında nadir olarak tansiyon düşüklüğü,
dudaklarda karıncalanma, baş dönmesi olabilir.
Trombosit
iğnesi nedir?
Trombosit iğnesi tanımı genelde trombosit değerlerini
yükseltmek için verilen ve kemik iliğinde trombositlerin ana hücresi olan
megakaryositleri uyarmak için yapılan romiplostim tedavisi için kullanılır.
Bu yıl COVID 19 pandemisi nedeniyle sanal olarak yapılan EHA
kongresinden derlediğimiz çalışmaları özetlemeye devam ediyoruz. Kongre
bilimsel programda sunulan klinik çalışmada ileri evre hodgkin lenfoma hasta
grubunda 2 kür tedavi sonrası çekilen PET BT sonucu negatif bulunan ve tedaviye
ek 2 kür ile devam ederek tedavisi sonlandırılan hasta grubunda, negatif PET BT
sonrası 4-6 kür ek kemoterapi daha alan gruba göre genel sağkalım (OS) daha iyi
saptandı.
Bu yıl sanal olarak yapılan EHA kongresinde bilimsel
programda sunulan klinik çalışmada ileri evre hodgkin lenfoma hasta grubunda 2
kür tedavi sonrası çekilen PET BT sonucu negatif bulunan ve tedaviye ek 2 kür
ile devam ederek tedavisi sonlandırılan hasta grubunda, negatif PET BT sonrası
4-6 kür ek kemoterapi daha alan gruba göre genel sağkalım (OS) daha iyi
saptandı.
Alman Hodgkin Çalışma Grubu tarafından yürütülen
uluslararası, çok merkezli, randomize, açık etiketli, faz 3 bir çalışma, ileri
evre Hodgkin lenfomalı hastalarda, metabolik görüntüleme yöntemi olan PET
BT’nin yoğun kemoterapi rejimi olan ve bleomisin, etoposit, doksorubisin,
siklofosfamid, vinkristin, prokarbazin ve prednizolon’dan oluşan EBEACOPP
rejiminin siklus sayısına olan etkisini ve güvenilirliğini araştırdı (HD18; NCT00515554).
Bu çalışmada, yeni tanı konmuş ileri evre Hodgkin lenfoma
tanısı almış 18 ila 60 yaşları arasındaki yetişkin hastalara, 2 siklus eBEACOPP
rejimi sonrası 18-floro-2-deoksi-D-glukoz ile PET BT görüntüleme yapıldı (PET-2). PET-2-pozitif hastalığı olanlar,
rituksimab ile veya ritüksimab olmadan 6 ek eBEACOPP siklusu almak için randomize
edilirken, PET-2-negatif hastalığı olanlar 6 (bir protokol değişikliğinden
sonra 4) veya 2 ek döngü alacak şekilde randomize edilmiştir. Çalışmanın birincil
sonlanım noktası progresyonsuz sağkalım (PFS) ve ikincil sonlanım noktaları ise,
uzun dönem OS, güvenlik ve geç toksisite olarak belirlendi.
HD18’in nihai analizinden elde edilen temel bulgular,
PET-2-negatif hastalığı olan hastalar için, eBEACOPP sikluslarının etkinlikten
ödün vermeden 8/6’dan 4’e düşürülebileceğini ortaya koydu. Ayrıca, sadece 4 siklus
eBEACOPP rejimi alan alt gruptaki
hastalarda, daha fazla sayıda eBEACOPP rejimi alan hastalara kıyasla daha düşük
şiddetli enfeksiyon ve organ toksisitesi saptandı.
Mevcut analizde, araştırmacılar, 66 aylık medyan takipte
HD18 çalışmasına kayıtlı PET-2-negatif hastaların alt grubu için 4 siklus
kemoterapinin uzun süreli etkinliği ve güvenliğini 8/6 siklus kemoterapi ile
karşılaştırdılar . Tedavi sayısı yönünden 4 siklus eBEACOPP alan 474 hastada (%
98.1) 6/8 kür (% 95.3; tehlike oranı [HR], 0.36; 95% CI, 0.17-0.74; P = .0038) tedavi
alan hasta grubuna göre belirgin bir şekilde daha yüksek 5 yıllık OS oranı görüldü.
4 siklus kemoterapi alan hastalar lehine çıkan sağkalım
farkının 6/8 siklus kemoterapi alan hasta grubundaki tedavi ilişkili ölümlere
bağlı olduğu bildirilmiştir. Ek olarak, 5 yıllık kümülatif lösemi/miyelodisplastik
sendrom (MDS) insidansı 6/8 siklus
kemoterapi alan hastalarda %1.7 iken ve 4 siklus alan hastalarda %0.4 saptanmıştır
(P = .13).
Analiz, 61 aylık medyan takip süresinde PET-2 negatif
hastalar için 4 siklusa karşı (200 hasta) 6 siklus kemoterapi alan hastalar
(202 hasta) ile sınırlandırıldığında 5 yıllık sağkalımlar arasında herhangi bir
fark saptanmadı (sırasıyla %97.5’a karşı %96.3) (HR, 0.46; 95% CI, 0.14-1.48; P
=.18). Yine, 4 siklus kemoterapiye kıyasla 6 siklus kemoterapi alanlarda, 5
yıllık lösemi/MDS kümülatif insidansı arasında da fark saptanmadı (sırasıyla%
1.0 ve% 0.5) (P = .58).
Çalışmayı sanal kongrede sunan Alman Çalışma Grubu’ndan Stefanie
Kreissl “4 kür doz artırılmış eBEACOPP tedavisinin PET-2 negatif hastalarda
kabul edilebilir bir toksisite profili ile olağanüstü etkinlik gösterdiğini
kaydederken, öte yandan, azaltılmış tedavi ile bile, tedavi yükünün de önemli
bir belirleyici olduğu, bu nedenle gelecekteki klinik çalışmaların özellikle
genç hasta kohortu için tedavi tolere edilebilirliğini daha da artırmayı
amaçlaması gerektiğini” sözlerine ekledi.
Kaynak
Kreissl
S, Goergen H, Kobe C, et al. PET-guided treatment in patients with
advanced-stage Hodgkin lymphoma: Follow-up analysis of PET-2 negative patients
in the HD18 trial by the German Hodgkin Study Group. Presented at: Virtual
Edition of the 25th European Hematology Association (EHA) Annual Congress; June
2020. Abstract S222.
Borchmann
P, Goergen H, Kobe C, et al. PET-guided treatment in patients with advanced-stage
Hodgkin’s lymphoma (HD18): Final results of an open-label, international,
randomised phase 3 trial by the German Hodgkin Study Group. Lancet.
2018;390:2790-2802.
COVID 19 salgını nedeni ile bu sene 25. Avrupa Hematoloji Kongresi de (EHA25) sanal olarak yapılıyor. Kongrede sunulan bir araştırmada, venetoclax (Venclexta) ve azasitidin kombinasyonu, yoğun tedavi için uygun olmayan akut miyeloid lösemili tedavi almamış hastalarda sadece azasitidine karşı ölüm riskinde %34’lük bir azalmaya yol açtı.
Hasta
penceresinden değerlendirildiğinde, AML ile yaşayan hastalar bir taraftan kemoterapiye
dayanamayacak kadar ek hastalıklara sahip olabilirler, bir taraftan da en
agresif kan kanseri tiplerinden biriyle karşı karşıya kalmaktadırlar. VIALE-A
çalışmasının sonuçları, venetoclax + azasitidin tedavi kombinasyonu ile daha
önce tedavi edilmemiş ileri yaş AML hastalarına daha iyi sağkalım ve tam yanıt sağlayarak
iyi bir haber vermektedir.
Bu sene sanal olarak yapılan 2020 Avrupa Hematoloji
Kongresinde sunulan faz 3 VIALE-A
çalışmasının sonuçlarına göre Venetoclax (Venclexta) ve azasitidin
kombinasyonu, yoğun tedaviye uygun olmayan akut miyeloid lösemili (AML) tedavi almamış
hastalarda tek başına azasitidine karşı ölüm riskinde% 34’lük bir azalmaya yol
açtı.
Ortalama 20.5 aylık takipte medyan genel sağkalım (OS),
azasitidin + plasebo (HR, 0.66;% 95 GA, 0.52-0.85) ile 9.6 ay, venetoclax + azasitidin
ile 14.7 ay (dağılım, 11.9-18.7) idi (P <.001).
Çalışmanın baş araştırmacısı MD Anderson Kanser
Merkezinden Courtney D. DiNardo EHA kongresinde yaptığı açıklamada “VIALE-A
çalışmasının AML tanısı konmuş yaşlı fit olmayan hasta grubunda sağkalım
faydası gösteren ilk faz 3 çalışma olduğunu” bildirdi. Ayrıca, “Venetoclax ve
azasitidin kombinasyonunun, standart yoğun kemoterapiye uygun olmayan yaşlı hastalar
için yeni bir bakım standardı olarak düşünülmesi gerektiğini ifade etti.
AML hastaların çoğu yoğun indüksiyon tedavisi alamayacak
komorbideteleri olan ve ortalama yaşları 70 civarında olan hastalardır. Azasitidin,
desitabin ve düşük doz sitarabin gibi düşük yoğunluklu tedaviler bu hasta
grubunda düşük aktiviteye sahiptir ve tedavi genellikle düşük sağkalım ile
sonuçlanır. Bu çalışma öncesinde bir faz 1b çalışmasında (NCT02203773),
BCL-2’nin seçici küçük moleküllü bir inhibitörü olan venetoclax ve azasitidin
kombinasyonu bu hasta grubunda umut verici sonuçlar ve güvenlik profili
göstermiştir.
Kasım 2018’de, FDA, yaşı 75 yaş veya daha yüksek olan
veya komorbiditeleri nedeniyle yoğun indüksiyon kemoterapisi alamayan olan
yetişkin hastalarının tedavisi için venetoclax tedavisine azasitidin, desitabin
veya düşük doz sitarabin ile kombinasyon halinde kullanım için hızlandırılmış
onay vermiştir.
Randomize, çift kör, çok merkezli, plasebo kontrollü
VIALE-A çalışmasına, komorbiditeleri nedeniyle yoğun indüksiyon tedavisi için
uygun olmayan ve/veya 75 yaş ve üstü olan AML hastaları alındı. Daha önce
hipometile edici ajan alan hastalar çalışma dışı bırakıldı.
Hastalar, venetoclax + azasitidin (n = 286) veya azasitidin + plasebo (n = 145) almak için 2:1 oranında randomize edildi. Araştırma kolundaki hastalar, 28 günde bir 1-7. günlerde deri altından veya intravenöz olarak 75 mg/m2 azasitidin ve 1-28. günlerde günde bir kez 400 mg oral venetoklaks (ilk günde 3 gün içinde doz artırımı olacak şekilde) aldı. Kontrol kolu ise 1-7. günlerde 75 mg/m2 azasitidin ile birlikte 1-28. günlerde günde bir kez oral plasebo aldı.
Çalışmanın birincil sonlanım noktası OS idi. İkincil son
noktaları, ikinci siklus öncesi bileşik tam remisyon [tam remisyon (CR) + kan
değerlerinde tamamlanmamış düzelme (CRi) ile CR), transfüzyon bağımsızlığı [eritrosit
veya trombosit süspansiyonu açısından], moleküler alt gruplara göre CR/CRi ve
OS ile olaysız sağkalım (EFS) idi.
Çalışmaya kaydolan hastaların ortalama yaşı 76 idi
(aralık 49-91). Hastalar, sırasıyla venetoclax + azasitidin ve azasitidin +
plasebo kollarında ortalama 7.0 (aralık, 1-30) ve 4.5 (aralık, 1-26) tedavi
aldı.
CR/CRi oranları venetoclax + azasitidin ve azasitidin +
plasebo kollarında sırasıyla %66.4 (% 95 CI,% 60.6 -71.9) ve %28.3 (% 95 CI,%
21.1 -36.3) idi (P <.001 ). İkinci siklusun başlangıcındaki CR/CRi oranları
sırasıyla %43.4 (% 95 CI,% 37.5-49.3) ve %7.6 (% 95 CI,% 3.8 -13.2) saptandı (P
<.001).
Venetoclax + azasitidin ile CR oranı, sırasıyla %36.7 (%
95 CI,% 31.1 -42.6) ve %17.9 (% 95 CI,% 12.1 -% 25.2) oranı ile azasitidin +
plaseboya göre iki kattan daha fazlaydı (P < .001).
İlk CR/CRi yanıtına kadar geçen ortalama süre, venetoclax
+ azasitidin kolunda 1.3 ay (% 95 CI, 0.6-9.9) ve azasitidin + plasebo kolunda
2.8 aydı (% 95 CI, 0.8-13.2). CR/CRi süresi sırasıyla 17.5 ay ve 13.4 aydı.
Ayrıca, venetoclax eklenmesi ile elde edilen yanıtların sitogenetik risk veya moleküler alt gruptan bağımsız olarak olumlu olduğu izlenmiştir. Yüksek risk sitogenetik özelliği olan hastalarda yanıt oranları venetoclax + azasitidin ve azasitidin + plasebo kollarında sırasıyla %53 ve %23 idi. Orta risk sitogenetik özellikleri olan hastaların yanıt oranları ise sırasıyla %74 ve %32 saptandı. De novo AML hastalarında ise yanıt oranları sırasıyla %66 ve %30 idi. Sekonder AML’li hastaların yanıt oranları sırasıyla %67 ve %23 olarak bulundu.
CR/CRi oranları, venetoclax + azasitidin kolunda IDH1/2
(% 75.4;% 10.7), FLT3 (% 72.4;% 36.4), NPM1 (% 66.7;% 23.5) ve TP53
mutasyonları (% 55.3;% 0) olan hastalarda da anlamlı olarak daha yüksekti.
EFS süresi venetoclax + azasitidin ve azasitidin + plasebo kollarında sırasıyla 9.8 ay (% 95 CI, 8.4-11.8) ve 7.0 aydı (% 95 CI, 5.6-9.5) (P <.001).
Güvenlik profili, venetoclax ve azasitidin
kombinasyonunun bilinen güvenlik profilleri ve tek başına her bir maddenin
bilinen güvenlik profilleri ile tutarlıydı. Venetoclax + azasitidin ve
azasitidin + plasebo kollarında tüm derecedeki en sık görülen gastrointestinal
yan etkiler (AE’ler) bulantı (% 44’e karşı% 44), kabızlık (% 43’e karşı% 39),
ishal (% 41’e karşı 33) %) ve kusma (% 30’a karşı% 23) idi.
Venetoclax + azasitidin ve azasitidin + plasebo
kollarındaki ciddi AE’ler (grade ≥3), febril nötropeni (%30’a karşı %10) ve
pnömoniden (%16’ya karşı %22) oluşuyordu. Venetoclax + azasitidin kolundaki
hastalarda tümör lizis sendromu % 1 ile nadir oranda görüldü. Otuz günlük
mortalite oranları sırasıyla %7 (n = 21) ve %6 (n = 9) idi.
Venetoclax + azasitidin ve azasitidin + plasebo
kollarındaki hastaların en az % 10’unda meydana gelen grade 3 veya daha yüksek
hematolojik AE’ler trombositopeni (%45’e karşı %38), nötropeni (%42’ye karşı %
29), febril nötropeni (%42’ye karşı %19), anemi (%26’ya karşı %20) ve lökopeni
(%21’e karşı %12) idi.
Çalışmayı sunan DiNardo, kombine tedavide kemik iliği
biyopsilerinin 1. siklus sonunda yapılması gerektiğini ekledi.
Hasta penceresinden değerlendirildiğinde, AML ile yaşayan
hastalar bir taraftan kemoterapiye dayanamayacak kadar ek hastalıklara sahip
olabilirler, bir taraftan da en agresif kan kanseri tiplerinden biriyle karşı
karşıya kalmaktadırlar. VIALE-A çalışmasının sonuçları, venetoclax + azasitidin
tedavi kombinasyonu ile daha önce tedavi edilmemiş ileri yaş AML hastalarına
daha iyi sağkalım ve tam yanıt sağlayarak iyi bir haber vermektedir.
Kaynak
DiNardo
C, Jonas B, Pullarkat V, et al. A randomized, double-blind, placebo-controlled
study of venetoclax with azacitidine vs azacitidine in treatment-naïve patients
with acute myeloid leukemia ineligible for intensive therapy-VIALE-A. Presented
at: 2020 European Hematology Association Virtual Congress; June 11-21, 2020;
Virtual. Abstract LB2601.